“Bir şekilde hepimize yalan söylendi, hepimiz aldatıldık, faka bastırıldık veya yüzüstü bırakıldık. Ama güvenmek, tartışmasız bir biçimde, önümüzdeki en iyi yol. İlişkilere duyduğumuz güven sayesinde, tepemize ne kadar sert düşseler de, evrene ve bize sunduklarına yönelik çekirdek bir güven oluşturabiliriz.” Evlilik ve aile terapisti Dr. David Richo, Güven Duygusu isimli kitabında, okurunu pek de sakin olmayan sulara yelken açmaya bu cümlelerle çağırıyor. Yavrusuna olduğu kadar kendine de ebeveynlik yapmak durumunda kalanlar… Yolunuzun muhtemelen kesişmediği bu kitap, aşağıdaki satırlara sizin için taşındı.
Beş Yaşımızdayken Karşılanmamış Sarılma Gereksinimi Hayatımızın Hangi Noktalarında Kendini Gösteriyor?
Anne babamızın ya da hayatımızda yer alan herhangi birinin güvenilir olduğunu keşfettiğimizde, dünyanın ve başkalarının gereksinimlerimizi karşılayabileceği güvencesine kavuşuruz. Bireysel deneyimimiz müştereke yönelik tutumumuza yansır. Bu yayılma eğilimi, güvenin değerli niteliklerinden biridir.
Sağlıklı güven duygusunu yaşamımızın ilk evrelerinde oturtmak, kimin güvenilir kimin güvenilmez olduğunu ayırt edebilmemizi sağlar. Üstelik, sağlıklı güven duyma yeteneği esnektir. Kandırılırsak -ki bu herkesin başına gelebilir- bu bizim için bir deneyim olur. Başımıza geleni geride bırakıp hayatımıza devam ederiz. Böylece misillemede bulunma ihtiyacı hissetmeyiz. Egoları şişkin, yani yalnızca kendilerini tatmin etme saplantısı olan insanlar arzuları dikkate alınmadığında misillemeye başvurur. Sağlıklı bir egosu olanlarsa anlamaya ve mümkünse uzlaşmaya çalışır. Bu esnek tarz, manevi farkındalık yolunda deneyim kazanmaya başladığımızın gerçek kanıtıdır.
Gelgelelim, anne babamıza güven duyamamışsak, dış dünyaya karşı da güven eksikliği duyabiliriz. Karamsar ve şüpheci bir kimliğe bürünebiliriz. Her iki durumda da, yani güven duyarken de güven eksikliği çekerken de, bakımımızı birincil derecede üstlenmiş kişilerden edindiğimiz bulgulardan hareketle hayat hakkında sonuçlar çıkartırız. Neyse ki, bu kişiler güvenilirliklerini tutarlı biçimde kanıtladıklarında bize aşılanan güvenme yeteneği kalıcıdır.
Herkes aynı güvenme yeteneğiyle doğmaz. Kişilerin güven duymayı öğrenme seviyeleri değişiklik gösterebilir. Henüz bilmediğimiz genetik etkenler olduğunu varsayabiliriz. Ana rahmindeki etkenlerin güven duyma kapasitemizin gelişimi üzerindeki etkilerini kesinlikle göz ardı edemeyiz. Örneğin, cenin annesinin hamilelik döneminde yaşadığı stresten etkilenecektir. Annemizin ürettiği stres hormonu kortizola karşı başvurabileceğimiz herhangi bir yardım kaynağına sahip değiliz henüz. O yüzden, böyle bir durum yaşamımızı geçireceğimiz dünyayı daha doğmadan hayli güvensiz bir ortam olarak algılamamıza yol açar. Kim bilir annemizin hamileliğinde cereyan eden ve hemen göze çarpmayan hangi olaylardan veya mizacımızı etkileyen hangi kalıtımsal etkenlerden ötürü her birimiz dünyaya farklı bir güvenme yeteneğiyle geliyoruz. Yine de, güvenme yeteneği bir şekilde daima mevcuttur. Şefkatli ebeveynlerin gösterdiği uyum ve güvenilirlikle buluştuğu takdirde, bir çocuğun tam anlamıyla güven duymayı öğrenememesi için hiçbir sebep yoktur.
Güvensiz Büyüyen Çocuklar Yetişkin Olduklarında
Memeliler olarak yüzyıllardan beri güven duyuyoruz. Bu yüzden de, güven programımızın “yükleme”sini sadece birincil bakıcılarımız veya yetişkin eşlerimiz yapmak zorunda olmayabilir artık. Güven kendiliğinden gelişen, insanlığa ait genetik bir damga haline gelmiş olabilir. Bu durumda ortak kalıtımımıza güvenebiliriz.
Her halükarda, güvenme yeteneğimizin nörokimyasal bir alt yapısı vardır. Beynimiz, sinir iletici gibi faaliyet gösteren, oksitosin adlı stres azaltıcı ve sakinleştirici bir hormon üretir. Bu hormona orta beyinde yer alan hipotalamus bölgesinde rastlanır. Yaşamımızın ilk dönemlerinde bakıcılarımızdan yeterince yakınlık görmemişsek ve bizimle yeterince fiziksel temas kurulmamışsa beynimizdeki oksitosin alıcıları tam anlamıyla faaliyete geçemeyebilir. Oksitosin seviyemiz düştüğünde ileride hayatımıza girecek eş adaylarına güvenmekte zorluk çekebiliriz.
Oksitosin kan dolaşımımıza yakınlık, sarılma, dokunma ve orgazm yoluyla girer. Kadınlarda emzirme esnasında da salgılanır. Böylece anne ve çocuk arasındaki bağ sakin bir ortamda kurulmuş olur. Daha az stres, daha çok güven, avuntu ve emniyet demektir. Bunlar bağ kurmayı kolaylaştıran güven duygusunun temel öğeleridir. Örneğin, beyin taramaları, sevdiğimiz kişileri hatırladığımızda veya onların fotoğraflarına baktığımızda beynimizin oksitosin içeren bölgelerinin etkin hale geldiğini belirlemiştir.
Duygularımızı yönlendirme yeteneğimiz, başkalarının duygularını algılayıp anlamamız ve gündelik yaşamın stresiyle baş etmemiz açısından orbifrontal korteks çok önemlidir. Bu bölgenin gelişimi anne ile çocuk arasındaki bağ çerçevesinde gerçekleşen etkileşimlerle, özellikle de fiziksel temasla doğrudan bağlantılıdır. Bu yüzden, doğduğumuz ev ortamı ve toplumsal çevre, beş yaşına dek henüz tam olarak gelişmeyen beyin yapılarımızın evrimini, birincil bakıcılarımızın davranışları kadar doğrudan etkiler. Anne babamızla ya da bizim için değer taşıyan kişilerle kurduğumuz duygusal ve fiziksel ilişkiler nasıl biri olacağımız hususundaki itici güçtür.
Burada önemli olan, çocukluğumuzda bakımımızı üstlenen kişilerle yaşadığımız deneyimleri nasıl algıladığımız. Başkaları çocukluğumuzda yaşadıklarımızı nasıl algıladığımızı onaylayabilir de, onaylamayabilir de. Bunun önemi yok. Asıl önemli olan, gördüğümüz bakımın nesnel bir değerlendirme süzgecinden geçirilmesi değil, anne babamızla ilişkimizde kendimizi nasıl hissettiğimizdir.
Dokunma konusuna gelecek olursak… Dokunma, güven duymada merkezi bir öneme sahiptir. O olmadan birinin bizi gerçekten önemseyip önemsemediğinden emin olamayız. Çoğumuz dokunma ve dokunulma özlemi çekeriz. Temas kurma ve paylaşımda bulunma gereksinimlerimizi bastırmış olabiliriz. Bu, başkalarının gereksinimlerimizi karşılayamayacağına dair bir tür umutsuzluktur aslında. Yetişkinlik çağımızda cinselliği dokunma ve dokunulma ihtiyacımızı karşılamanın bir yolu olarak görebiliriz. Böylece aslında yüreğimizin yapmakla yükümlü olduğu şeyleri gerçekleştirmek için cinsel organlarımıza başvururuz.
Diğer yandan, başkalarına dokunmaktan çekiniyor da olabiliriz. Bu yüzden de, insani ilişkileri o kadar coşkulu kılan duygusal canlılıktan mahrum kalırız. Kendimize güvenmeyi öğrendikçe kolumuzu birinin omzuna sarmak ya da birini içtenlikle kucaklamak bizim için daha kolay hale gelir. Bu tür davranışlar karşımızdakilere kesinlikle çok şey ifade eder. Yersiz ketlenmelerimizi geride bıraktıkça kendimize daha çok güvendiğimiz gibi, başkaları da bize daha çok güvenir. Dokunuş, güvenin el ya da öpücük formuna bürünmüş halidir.