Müzisyen, çevirmen ve editör Sumru Ağıryürüyen’le yeni çıkan kitabı “Damla ile Bambu” vesilesiyle söyleştik. Derin dinlemenin inceliklerini “usulca anlattığı” sohbetimize hoş geldiniz…

Derin dinleme kavramını biraz anlatır mısınız? Müzikteki yeri, günlük yaşamımızdaki yeri nedir? İnsan hayatına nasıl dokunuyor? 

Sumru Ağıryürüyen

Derin dinlemeyi, en kısa şekilde, bizi saran seslere dikkatle, özenle, önyargısız bir kabulle, saygıyla yaklaşmak olarak ifade edebilirim. Batıda pek çok çağdaş müzisyenin önem verdiği bir kavram bu. Kitapta da bahsettiğim gibi, uzun zamandır birlikte çalıştığım, ürettiğim sevgili dostum Orçun Baştürk ile bu konuda örnek aldığımız müzisyen ABD’li besteci Pauline Oliveros (1932-2016). Hatta, kurduğu Deep Listening Institute (Derin Dinleme Enstitüsü) bu alanda öncü çalışmalar yapıyor. Derin dinleme fikri, bir dönemden itibaren Batıda da etkili olan Zen düşüncesinden de kaynaklanıyor. İşte, “Damla ile Bambu’daki “egzersizler”, Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’ndeki dersimde, Orçun’un da değerli katkılarıyla öğrencilerimize yaptırdığımız egzersizlerden esinlendi. Müzisyen olsun olmasın herkesin, seslerin anlamı konusunda ezberini bozacak çalışmalar olduğunu düşünüyorum bunların.

Dinleme alışkanlıklarımız (birbirimizi dinleme, doğayı dinleme, müzik dinleme) zaman içinde değişiyor mu? Değişiyorsa sizce neden ve nasıl?  

Dinleme alışkanlıklarımızın değişip değişmediği konusundan önce, birbirimizi nasıl dinlediğimiz konusu çok sorunlu bence. Öncelikle farklı sesleri, farklı dilleri; karşıt, hatta yalnızca farklı görüşleri gerçekten gönülden dinleyebiliyor muyuz? Yoksa baştan ret mi ediyoruz? Karşılıklı konuşurken, sıra bana gelsin de hazır duran kendi görüşümü söyleyeyim diye sabırsızlanıyor muyuz? Bunu yaparken söyleneni yeterince dinliyor muyuz sahiden? Bazı diller kulağımıza kötü mü geliyor, zaten o ulusları değersiz mi buluyoruz? Büyüklerimizin dinlediği şarkılar eski moda ve dinlemeye değmez, çocuğumuzun dinledikleri abuk sabuk gürültü mü? Yalnızca ve yalnızca bellediğimiz müzikleri dinleyip yeni ya da farklı türden bir esere kulak vermeye hayır mı diyoruz? Ya etrafımızdaki sesler? Bunlar müzik, bunlar değil! Buna nasıl karar veriyoruz mesela? Bir değişiklik varsa, umarım olumsuz olduğu kadar olumludur da. Ama özellikle müzik konusunda sanayinin dayattıklarıyla yetinmek ve meraksızlık hüküm sürüyor. Eskiden olduğu gibi bir albümün peşinde koşmak, “onu yastığının altına koyup uyumak” devri geçti. İnsanların birbirlerini dinlememe, saymama tavrı da genelleşti gibi geliyor maalesef.

Peki ya ses çıkarmaya (gürültü üretme, bağırış çağırış, komşu gürültüsü)  dair tavrımız nasıl olmalı?
  
Çok hoş soru. Bu bir saygı meselesi her şeyden önce. Yani insanlar “gürültü” yapabilir. Ama gereksiz çalınmış bir nota da gürültüdür bir bakıma. Fazladan sarf edilmiş söz de. Öte yandan, bir toplulukta gürültü sayılacak ses düzeyi bir başka toplulukta öyle kabul edilmez. O zaman, en azından kesiştiğimiz yüzeylerde birbirimizin derdini anlamaya, birbirimizi “dinlemeye” bakmalı. Müziğe gelirsek, bir tercihtir gürültü. Bir tepkiyi, bir ruh halini ifade biçimidir.

Sessizlik dinlenebilir mi?

Sessizlikten kastettiğiniz mutlak sessizlikse, böyle bir ortamda olabilir miyiz, önce onu sormak lazım. ABD’li besteci, müzik kuramcısı, sanatçı, filozof John Cage (1912-1992) bu merakla, tüm yüzeyleri en ufak bir sesi bile emecek şekilde tasarlanmış, ses geçirmez bir odaya girmişti. Orada dahi biri pes biri tiz iki ses duymuş, bunların ne olduğunu sormuştu teknisyene. Aldığı yanıt pes sesin dolaşım, tiz sesin ise sinir sisteminden geldiğiydi. Bunu bir yana bırakalım, mutlak olmayan sessizlikte bile, kulak kabarttığımızda pek çok ses duyabiliriz. Düşüncelerimizin sesi dahil.

Kuş sesi müzik midir ya da sizin müziğe dair tanımınız nedir? 

Kuş sesi ne güzeldir! Ve doğayı dinlediğinizde ne çok ses duyarsınız! Doğanın sesleri, onun bir parçası olduğumu hissettirir bana. Kimi zaman da tanımadığım bir yüzünü gösterir sesleri aracılığıyla; şaşırtır, büyüler, korkutur da. Ondan ne kadar kopuk yaşadığımı yüzüme vurur. Bu seslere kulak vermek, bunu alışkanlık haline getirmek önemlidir. Hatta ABD’li müzisyen ve akustik ekolojist  (ya da ses manzarası/ses/’soundscape’ ekolojisti) Bernie Krause (1938) gibi araştırmacıların yaptığı şekilde sistemli dinleme, bir bölgedeki doğal yaşamın zaman içinde nasıl darbe aldığını, ilk bakışta fark edilmeyecek yönleriyle de ortaya koyabilir. Doğayı ya da etrafımdaki sesleri dinlerken müzik ya da değil diye etiketlemeden, ama mutlaka etkilenerek dinliyorum. Ritmik bir yapı, ilginç kalıplar, ezgiler duyduğumda, “işte müzik” diyebilirim. Ama, bu durumda alışılmışa yenik düşüp, yaygın anlamıyla müzikten söz etmiş olurum sadece. Halbuki bir müzisyenin tasarımı olmayan rastlantısal sesleri de müzik olarak dinlemek pekala mümkün. Kuş sesleri tam olarak notaya alınamıyor, yani nota olamayacak sesler var. Bu ön kabulle yaklaşırsak müzik diyemeyiz, ama bu gerçekten önemli mi? Her halükarda asıl olan, hangi sesleri dinlemeyi seçtiğim, yani dinleme biçimim, dinleme anlayışım. Dinleyen dinleneni dönüştürüyor bu anlamda. Kısacası, doğadan ya da genel olarak çevre seslerinden kayıtlarla yapılan ya da oradaki kalıpları ya da kalıp dışılığı esas alan bir besteleme biçiminden söz edebiliriz. SO Duo olarak çalışmalarımızda da bize esin veren bir dinleme biçimi bu. Müzik nedir demiştiniz değil mi? O halde, şu söz de, yanlış hatırlamıyorsam, yine Cage’in: “Müzik sese karşı tutumumuzdur.”

Damla ile Bambu

Bambu niye bir kedi? Damla’nın derin dinlemeyi bir kediden öğrenmesinin özel bir nedeni var mı? Kitabın ithaf kısmında hayatı paylaştığınız kedilerin de adı geçiyor. İnsan-kedi arasında nasıl bir muhabbet var sizce?

Uzun zaman kedilerle yaşadım. Bilgeliklerine; bizleri ve etraflarını pürdikkat dinleyişlerine her zaman saygı duydum. Damla ve Bambu karakterlerinde kızım Talya Balıkcıoğlu ve onun küçüklüğüne eşlik eden kedimiz Yemiş’ten esinlendiğimi söylemeliyim. Kedi konusu bitmez. Ama her halükarda insanları pek iyi dinleyip kendi bildiklerini okudukları bir gerçek. Çok yerinde bir karakter özelliği:)

Uzun zamandır yaptığınız çocuk kitabı çevirileri ve editörlükleriyle güzel öykülerin dilimize aktarılmasına aracılık ediyorsunuz. Aslında siz zaten sesinizle ve şarkılarınızla yıllardır hikâyeler anlatıyorsunuz bize… Peki, başka bir anlatıcıya aracılık etmeden, okuyucuyla doğrudan kendi hikâyenizle buluşmak nasıl bir his? 

Hikayeyi anlatan ne kadar benim bilemiyorum aslında:) Hikayenin hikayesini anlatayım da siz karar verin: Sevgili Orçun’un Zen konusuna dikkatimi çektiği günlerdi. Jon J Muth’un (1960) “Zen Bağları” kitabı çıkmıştı karşımıza. Ah, dedik o an, bu kitabı yayımlayacak bir yayınevi bulsak! O sırada bulamadık, ama bu güzel kitabın üzerimizdeki etkisi hiç geçmedi. Derken, derin dinleme yolculuğumuzu çocuklara aktarmak ne güzel olur diye bir fikir geliverdi aklımıza. Yani bu kitap rehber olmuştu bu fikre. Sonra da uyku tutmayan bir gece, kedimin hayaliyle kızımın çocukluğunu omuzlarıma yerleştirip yazmaya koyuldum. İşte o günlerde, Kuraldışı derdimize derman oldu; önce Zen Bağları’nı, sonra da aynı yazarın “Zen Değnekleri” ve “Zen Öyküleri”ni çevirdim. Bu arada “Damla ile Bambu” da kabul edilince ziyadesiyle sevindik. İşte böyle. Daha önce felaket saçma masallar anlattığım, müzik projelerimiz için öyküler kaleme aldığım olmuştu. Ama “Damla ile Bambu”yu elimizde tutmak, çocukların, hatta müzisyen dostlarımızın ve hatta büyüklerin yüreklerine ulaşabildiğini işitmek çok mutluluk verici. Çeviriler… Belki bu kitabı tüm derin dinleme deneyimlerimizin cümle ve çizgi diline çevirisi olarak kabul etmeliyiz işte. Dolayısıyla, başta Orçun Baştürk, Kuraldışı Çocuk, editörüm Seda Kostik, çizerimiz Duygu Topçu ve basımda emeği geçenler olmak üzere, teşekkür borçlu olduklarıma bir kez daha sevgilerimi yollamak istiyorum.

Çok teşekkür ederiz bu güzel sohbet için…

“Zen Bağları” öyküsünü çevirmeni Sumru Ağıryürüyen’in sesinden dinlemiştik

Damla ile Bambu https://bit.ly/32xldJ4