Milas’a bağlı Hasanlar köyü. Dört ufaklık toprağın üzerinde oynuyor. Daha doğrusu ikisi buldukları çapaları almış, toprağa girişmiş. Toprağa sıkıca tutunan sarımsakları sökmeye çalışıyorlar. Bir boy ufakları uğurböceği peşinde koşuyor. Henüz yürüyemeyen en küçükse koparttığı otların tadına bakmakla meşgul. Annelerden biri sesleniyor “Çocuklar gelin maydanoz yiyin!” Annelerinin sesini duyan iki kardeş yerlerinden “Maydaanooozz” diye fırlıyor. Diğer iki kardeş de çağrıya kayıtsız kalamıyor. Anneler koparttıkları maydanozları çocukların öylece yemesinden rahatsız olmuyor. Çünkü biliyorlar ki hem toprağın hem de bitki dokularının bir parçası haline gelen tarım zehirleri bu maydanozlarda yok. Onları yetiştiren Hüseyin Uzun tek damla kimyasal madde kullanmadı. Oysa üretilen sebzelerde DDT, arsenikli kurşun, lindan, klordan, metil bromid gibi ilaç kalıntılarının değişken miktarlarda bulunması günümüzün konvansiyonel tarım üretiminde son derece yasal. Bu tür bir göz yummaya hiç yüz vermeyip toprağın altını da üstünü de her daim temiz tutan Bodrum Tohum Derneği’nin başkanı ve üretici pazarının en bilinen üyesi Hüseyin Uzun, çocuklarımıza temiz sebze yedirebilmemiz için neler yapmamız gerektiğini anlatmaktan da, bu uğurda bahçesinde duraksız çalışmaktan da bıkmıyor. Biliyor ki temiz gıda, temiz insanlar yetiştirecek.
Röportaj: Mutlu Dinçer
Bodrum Tohum Derneği’nin üretici pazarının lokomotifi sizsiniz. Yarımada’da neredeyse herkes sizi tanıyor. Pazara sizden başka bu ölçekte ürün yetiştiren var mı?
Aslında bu kadar çeşitli ürün eken başka kimse yok. Şu üst taraftaki toprak geçen sene eşimin babasından miras kalınca yeri büyüttük, çünkü pazarın ihtiyacı var. İnsanların temiz gıdaya ihtiyacı var. Biz de buna gönül verdik, severek yapıyoruz. Yapabildiğimiz yere kadar. Zorlanıyor muyuz? Evet. Çünkü bir kişi yetmiyor artık. Gönüllüler gerekiyor. TaTuta’dan bahsediyorlar ya. Onlara müraacat edelim, araştırın diyorum arkadaşlara. Oradan iki eleman haftada iki üç gün gelse gitse.. Nasıl başvurulur, bir bakan olsa… Çünkü bu işe insan gücü lazım. Üniversitelerde bir sürü ziraatçı çocuk var, teknikten iki kelime biliyor olabilir ama pratiğe geldiğin zaman iş bambaşka. Bana gelecek insan “ben bu işi yaparım”, “yapmak istiyorum” demeli. Toprağa dokunası olmayan, çapa yapmayı çekilmez bulan biri tarımla uğraşamaz ki. Her zaman herkese şunu söylüyorum: Tarım yapacak insan toprağa dokunacak, eldiven kullanmayacak, elleriyle oynayacak toprakla. Toprağa dokunduğunda onu yüreğinde hissedeceksin. “Ben ziraatçi oldum, ben tarımcı oldum.” Yok arkadaş, olamadın. Önce seviyor musun, onu söyle… Hanımla kavga ederim, o tırpan kullanır, ben elimle karıştırırım toprağı. Onun zevki o. Benim sesimi alır o toprak.
Toprakla uğraşırken bir sürü şey de keşfediyorsunuz haliyle.
Evet, mesela ben domatesleri ne yaparım? Domates toprağa değip çürümesin diye, çapaladıktan sonra arıkların arasına çalı çırpı koyarım, hem toprak nemli kalsın, hem de domatesler toprağa değmesin diye. Domatesler dalın üzerine yayılır, toprağa değdirmem. Şuradaki yabanmersinin dallarını koyarım yani. Araya da defne yaprakları atarım, bazı böceklere etkisi olur.
Burası nasıl bir bölge?
Ege bölgesi dediğin, Didim’den Fethiye’ye kadar sahil bölgesinde inanılmaz ovaları olan bir yer. Fakat insanlar tarımdan kazanamayınca topraktan soğumuş. Genç nüfus toprakla alakasız, burada bu tarımı yapan benden başka tek Allahın kulu yok. Bana en yakın bahçe beş kilometre ileride. Düşünebiliyor musun? Ben örnek olmaya çalışayım, tamam, ama kimsenin gelip baktığı yok ki. Kocaeli’nden hocalar gelip bakıyor, ne yapıyorum diye, kendi köyümün insanının umurunda değil.
Oysa biz Milaslıları tarımcı biliriz…
Milas’ta Bahçeburun, Baharlı, Ekçeköy gibi üç beş köy var tarıma ilgili. Gerisi Fethiye’deki seralardan toplayıp kendi ürünüm diye satıyor. 2003’te yakınımızda bir organik çiftlik kurulmuştu, o zamanlar oranın inşaat işlerini yapıyordum, bir gün patron dedi ki, “Gel işinin hafif olduğu bir gün çevreyi bir dolaşalım.” Ona etrafı gezdirirken yolda şöyle dedi: “Dışarıdan gelen herkes buranın farkında, bir biz değiliz. Burası niye bu kadar geri kalmış? Yanı başımızda Bodrum var, ama Bodrum’u besleyen Antalya ve Fethiye.” Oysa Bodrum turist dolu olduğu gibi, yerleşik nüfusu da hep artan bir yer, potansiyeli büyük… Buranın havzası da çok güzel. Üretimini yap, Bodrum’a gönder, fazlasını da havaalanı çok yakın, ister yurtiçine, ister yurtdışına yolla.
O sıralarda orada çalışan bir ziraat mühendisi vardı, bu çiftliğe danışmanlık yapıyordu. Bir süre sonra onunla irtibat kurdum. “Gel organik bir birlik kuralım, İzmir Büyükşehir’le görüşelim, İzmir’de bir Pazar açalım.” Yıl 2008. İşte biz o hocayla bütün bu bölgeyi dolaştık, insanlara yalvardık. Ürün alma garantiniz var, gelin doğal tarım yapalım. Bu organik birliğe kimse yanaşmadı. O arada Cem Mutlu öncülüğünde Bodrum Organik Dernek diye bir dernek açıldı, orayla çalıştık. Ardından o da bitti. Gel zaman git zaman bu havzadaki 10 köy organik havza seçildi. Kim tarafından? Demin bahsettiğim organik çiftliğin sahibi Avrupa Birliği’ne fon başvurusunda bulunmuş. Bu bölgede eğitimler verelim, burayı organik havzaya dönüştürelim diye. Güzel de bir fon almış. İşte bu fonla İspanyol bir firma ve Türk bir firma bunun eğitimini verdiler. O eğitimin bitmesine yakın İstanbul’dan Yalçın Enes hocayla tanıştım. O zamanlar 83 yaşındaydı. Ve bu saygıdeğer hocayla burada bir birlik kurmak için 3 ay dolaştık. On köyü üç ay boyunca talan ettik. Birliğin kurulması için 16 üye lazım, on köyden 16 üyeyi toparlayamadık, düşünebiliyor musunuz? Akşam 14, 15’i buluyoruz, sabah 8’e düşüyoruz. Hocanın çevresi genişti, bakanlıkta yeğeni vardı, randevular alındı, hepimiz hazırda bekliyoruz, olmadı. Yani burada birlik kurulsa, bakanlık dakikasında onay verecek, o derece. Bunu başaramadık. Yolumuza devam ederken Bodrum Tohum Derneği’nin projesine girdik.
Burası eskiden geçimini neyle sağlıyormuş?
Burası tütüncü köyüymüş, benim çocukluğumda buralarda bahçeler yoktu. Burası dokuma halısı ve tütün işiyle uğraşırdı. Şimdi insanlar nasıl geçiniyor? Tarla satıyor, inşaata veriyor. Tarım yapan yok. Mumcular yine küçük bir yerdi ama Bodrum dolunca buraya da akın oldu. 90’lı yıllarda bir arazi alım satım furyası başladı. Köylülerin üçte birinin arazisi satıldı. Köylüde mal kalmadı. İnsanlar arazinin satılmasını bekliyor. Hiçbir yönde gelişme olmadığı gibi, müthiş bir tembelleşme var. Mutlu değiller, herkes kendince yaşıyor ama para da kazansalar mutlu değiller. Tütün zamanında o para ceplerine bir buçuk yılda girerdi. Ama mutluydular. Halılarını dokurlardı. Tütün parası gelene kadar bütün köy veresiye yaşardı. Düğün zamanı için tütün parası beklenirdi, dolmuşa binsen tütün parası gelene kadar veresiye binerdin. Para gelince bütün köy birbirine borcunu öderdi. Bu harikulade bir dayanışmaydı. Yaşam güzeldi.
Gelelim sizin parmak ısırtan üretim yöntemlerinize. Zararlıyla mücadeleden başlayalım mı?
Başlayalım. Bak, şuradaki bidonlarda nar çiçeğinden, narın kendisinden ve kabuğundan yaptığım sirkeler bekliyor. Yani bunları fermante ediyorum. Tulumbayla ürünün üzerine sıkıyorum. Şuradaki bidonda acı biber var. Acıbiber zararlıları koşturuyor. Böcek biberi yemiyor.
İnsanlar bu muazzam bilgiden haberdar mı?
Değiller veya uğraşmak istemiyorlar. Şu gördüğün bidon var ya, altı aydır bekliyor çünkü nar çiçeği kolay fermante olmuyor. Adam 20 liraya zehir alıyor, boca edip yoluna devam ediyor. Niye uğraşsın ki. Oysa bu zor değil. Üstelik ucuz. Sadece biraz yavaşlayıp sabretmek gerek. Bak bu bidonda fermante olan şey ne biliyor musun? Aloe vera yaprağı. Hem üzerine sıkıldığı bitkinin yaprağını geliştiriyor hem salyası yaprağı böcekten koruyor. İşte bu bidonda benim kompostum var. Muazzam bir fosfor kaynağı. Şu bidonlarda da cevizin dış kabuğu. Marullara denedim. İnsanlar inanmadılar bu marullarda gübre olmadığına. O kadar coştu marullar.
Peki, siz nereden öğrendiniz tüm bunları?
Kitaplar okuyorum, deniyorum, ben araştırmacı adamım. Bak bu cevizi kimse bilmez mesela, bunu denedim, iyi sonuç verince bir heyecanla bütün bidonları doldurdum. Cevizin yeşil kabuğunu sıyırıp attım bidona. Fermante oldu. Bitkiler kudurdu.
Bunlar herkese lazım bilgiler. Sıcak yerler için börtü böcek zamanı yaklaşıyor. Sırf bunun için bile basit ve temiz yöntemleri öğrenmeye değer.
Elbette! Ev bahçeleri yapanların bile bilmesi lazım. Tavuklarımın gübresini eritirim, ellerimle yoğururum, bu pis diye düşünmem, defalarca süzerim, damlama yöntemiyle bunu gübre olarak veririm. Bu gördüğün maydanozları nar ekşisiyle korurum. Bize böcekler için sirke kullanın dediler, üzüm ve elma sirkesi. Ama bende işe yaramadı. Aklıma nar ekşisi geldi. Maydonozlarımı böceklerden kurtaramıyordum, dedim ki şunlara nar ekşisi vereyim. Bir bardak suyla incelttim, tulumbaya koydum, püskürttüm. Üç gün bekledim. Üç gün sonra hanım geldi dedi ki: “Bizim maydonozların yaprağında bir şey yok, temiz görünüyorlar.” İki gün daha bekleyip bir daha verdim, böcek işini çözdüm. Şimdi Bodrum’da birkaç üretici bunu kullanıyor. Hem yaprağı geliştiriyor, hem böceklerden koruyor.
Mesela, bizim tarlalarda sarı ot dediğimiz bir ot olur, kötü bir kokusu vardır, içinde nikotin vardır. Aklıma geldi, eskiden tütünden böcek ilacı yaparlardı, artık tütün olmadığına göre, gittim sarı otları denedim. Domateslerde denedim suya vererek, o kadar güzel verim aldım ki, böcekler anında uzaklaştı. Aklımda başka denemeler de var. Bu işler denemekle oluyor. Zehir vereceğine basit şeyler kullan. Zeytin ağaçları için bir yıl İspanyollardan organik eğitim aldık. Zeytin sineğini önlemek için öyle temiz yöntemler anlattılar ki. Bizim ziraatçiler de en önde oturup, biz bunları biliyoruz diyorlar. Yahu biliyorsun da bize niye öğretmiyorsun? Niye kimyasal yediriyorsunuz? Bizim devletimizin politikası bambaşka. İspanyollar basit şeylerle kotarıyorlar işlerini. Havuçta ot bitmesin diye ekmeden önce alta herbisit veriyorlar, ondan sonra toprağa ekiyorlar. Elmaya 15 kez ilaç veriliyor. Tümüyle zehir.
Peki, bu dert nasıl çözülecek, şehirliler ne yiyip ne içecek?
Şehirli tarıma el atacak kardeşim. Üç beş aile birleşip arazi alacaklar, ekip biçecekler, olmadı birine ektirip biçtirecekler. Türkiye’de köylü diye bir şey yok, köylü üreticilikten çıktı, yumurtasını bakkaldan alıyor, peynirini yapan yok. Köylünün tek sıkıntısı var: tarlasını bir zengine satıp orada sigortalı işçi olmak. Şehirli tarıma el atmak zorunda, aksi halde birilerinin attığı zehiri yemek zorunda. Bunun bir alternatifi yok artık. Bir alt model arabaya binecek, ama temizini yiyecek.
Bunun nasıl yapılacağının formülü çok belli aslında.
Sistem belli. Örneğin şu tepemizdeki ceviz ağacının kuru yapraklarını toplar toprağa geri veririm. Dışarıdan hiçbir şey katmadan, buradaki her ürün döner yine toprağı besler. Toprağı hem kabartır, hem zenginleştirir. Bizim kimyasalla işimiz ne? Ama lütfen benim bilgim benimle gitmesin.
Çünkü burası gerçek bir okul
Öğrenmek isteyene. Sadece üretimi de değil, tohum bulmayı, ürünü korumayı, tarladan almayı, götürüp satmayı da öğreten bir okul. Burada çok ciddi emek var, ama karşılığını alıyorum. Tertemiz yiyorum, adım da tertemiz.
Peki, bahçecilikle uğraşmak, toprağa yakın olmak isteyenler nereden başlasınlar?
Valla araştıracaklar. İnsanlar diyor ki benim toprak kötü. Hayır, toprağın kötüsü olmaz. Verimsiz toprak yoktur, bakımsız toprak vardır. Yeter ki toprağın dilini anla, ihtiyacını karşıla. Ben bu halimle bu topraklara iki kez analiz yaptırdım. Çok mu zenginim? Devlete o kadar para ver de toprağını analiz ettir, kolay iş değil. Ama bu sayede toprağımı tanıyorum, analiz toprağı tanıtıyor sana. Ona göre ihtiyaçlarını biliyorsun. Bizim topraklarda en fakir şey organik madde. Organik maddeyi zenginleştirdin mi gerisi geliyor. Boş kaldım mı binerim arabama, giderim ormana, arabayı kenarda bırakır dalarım içeri, beş çuval toprak alır gelirim. Çünkü toprağımın ihtiyacı var. Ben ona veriyorum, o da bana veriyor.
Siz ürünlerinize organik demiyorsunuz, neden?
Demiyoruz. Biz atadan kalma yöntemlerle doğal tarım yapıyoruz ve şu anda ilaçsız tarımı savunan bir tek biz varız. Herkes “ilaç verilebilir” diyor, bizzat organikçiler dahil. Bizi bir ara iyi tarım uygulamalarına zorladılar. Karşı çıktım, girmem dedim. Gidiyorsun, sana ilçe tarımdan bir reçete yazıyorlar, sonra bir de defter veriyorlar not alman için, hangi tarihte ne kadar ilaç verdiğini oraya not ediyorsun. Gelip seni denetleyen kimse yok. Sen sadece sene sonunda gidip o defteri tasdikletiyorsun. Ben şunu şu kadar kullandım diye. Tümüyle senin vicdanına kalmış. 10 sefer ilaçla, 2 sefer ilaçladım diye yaz. Biliyor musunuz organik tarımda hibrid tohum da var, kimyasal da var. Şirketin biri para kazansın çünkü…
Peki, Bodrum Tohum Derneği’nin üreticilerinden ürün almak isteyenler ne yapmalılar?
Şu anda üretici sayısını artırmadığımız müddetçe ürün pazara anca yetiyor. Öncelikle Bodrum havzasına hitap etmek zorundayım. İstanbul’a nasıl yeteyim. 25 kişi tamam da, 80 kişiyi nasıl karşılarız. Zaten benim çapım bu kadar. Oysa burada çevre köydeki çiftçiler var, pazara gidip tezgâh açma imkânları yok, onlarla sözleşme yapılsa, ürünleri alınıp satılsa…
Veda vakti geldi, ama bu bahçenin her köşesi ayrı bir hikâye… Pek gidesimiz yok açıkçası… Neyse ki haftaya pazarda buluşacağız.
Ne zaman isterseniz yine gelin. Burada yapacak iş çok. Geçenlerde Muğla Tohum Derneğinin başkanı bu tilkişenleri (kuşkonmazları) verdi. Onları çoğaltacağım. Şu gördüğün ıspanakların tükenmesine az kaldı, yaz için domatesler, patlıcanlar sırada. Çilekler de şurda sıralarını bekliyor. Giderken yanınızda çilek fidesi götürün. Gitmeden şu rokaları da bir tadın. Almanya’dan geldi tohumları. Dört yıldır derneğin pazarına tohum getirenler hep bana getirir. Bana sağdan soldan o kadar çok tohum, çok fide gelir ki. Bak keçiboynuzlarıma, incirlerime, narlarıma, bu tazecik fidanlar ekilmeyi bekliyor. Gelin beraber ekelim.