Gelişim psikolojisi profesörü Peter Gray, Çocuğum Okulu Sevmiyor kitabında, çocukların zorunlu eğitimin yol açtığı sorunlardan kurtarılmasının ve çocukluğun keyiflerinden mahrum kalmadan eğitilmelerinin mümkün olduğunu söylüyor. Oyun içgüdüsünü serbest bıraktığımızda çocukların nasıl daha mutlu, daha özgüvenli ve daha yaratıcı hale geldiğini antropolojiden, psikolojiden ve tarihten kanıtlarla gösteriyor. Bugün her şeyden önce çocukluğu, çocuğun sokakta arkadaşlarıyla oyun oynamasını yok ettiğimize dikkat çeken Gray, böylece öğrenme arzusunu ve yeteneğini de sakatladığımızı vurguluyor. Yazarın oyunun sosyal ve duygusal gelişimdeki rolüne değindiği araştırmasını bölümler halinde yayımlıyoruz….
Sosyodramatik Oyundan Dersler
Çocuklar sadece sokak sporlarından değil, her türlü serbest sosyal oyundan değerli sosyal dersler alırlar. Aydınlatma amacıyla, araştırmacıların sosyodramatik oyun adını verdiği ve çocukların roller üstlenerek olay örgülerini birlikte canlandırdıkları hayali oyun türüne gerçek bir örnek vereceğim. Tüm dünyada,bu tür oyunlar üç ila altı yaş aralığındaki çocuklar arasında çok yaygındır.
Annie (beş yaş, on bir ay) ve Beth (beş yaş, iki ay),okul sonrası bakım merkezinin giysi alanında hayali bir oyun oynarken araştırmacılar Hans Furth ve S. R. Kane tarafından videoya çekilirler. Annie, “Yarın gece bir balomuz varmış ve hazırlanmamız gerekiyormuş gibi yapalım” diyerek oyunu başlatır. Beth, bir elbise seçer ve “Bu benim elbisem” diyerek oyun fikrini kabul ettiğini ve en istediği kostümü almaya istekli olduğunu üstü örtülü şekilde gösterir. Sonraki yirmi dakika boyunca, ikili kıyafetlerini ve aksesuarlarını seçerek baloda
neler olacağını tartışır. Bu sürenin çoğunluğu kimin hangi rolü oynayacağının ve kimin hangi sahne eşyalarını kullanacağının pazarlığıyla geçer. Şık kıyafet parçaları, bir telefon, bir masa, bir dürbün ve her birinin balodan önceki nerede uyuyacağı üzerinde tartışırlar. Her küçük tartışmada, her kız söz konusu eşyaya ya da role neden “ihtiyaç duyduğuna” ya da onları neden “alması gerektiğine” dair gerekçeler sunar ama bunu diğer oyuncuyu incitmeyecek şekilde, incelik ve hünerle yapar.
Sonra, Annie ve Beth bu meseleler üzerinde hayli tatmin edici bir anlaşmaya vardıklarında, başka bir küçük kız, Celia (dört yaş, dokuz ay) dışarıdan giysi alanına gelir ve onlara katılıp katılmayacağını sorar. Celia’yı aralarına alırlar ve sonra üçü Celia’yı oyuna dahil etmek için sahne eşyaları ve roller hakkında yeni bir pazarlık turuna başlar. Her kız hangi kıyafetleri giyeceği, baloda tam olarak neler olacağı ve oyunda kimin daha büyük ve daha yüksek statülü olacağı gibi meselelere şiddetle önem verir. Oyunun devam edebilmesi için, her büyük meselede fikir birliğine varmaları gerekir.
Örneğin, hem Annie hem Beth üçü arasında en genç ve en küçük olan Celia’nın “küçük kardeş” olması gerektiğini düşünür ama Celia bu rolü kesinlikle reddeder. Onu yumuşatmak için, Annie ve Beth, Celia’nın “büyük kardeş” olabileceğini kabul ederler. Sonra, buna bağlı olarak kendi statülerini koruyabilmek için, Annie ve Beth kendilerini anne mertebesine yükseltirler. “gerçekte bir insanın sadece bir annesi olabileceğinden” Celia’nın iki annesi olup olamayacağına dair biraz tartıştıktan sonra, birinin üvey anne olacağına karar vererek bu meseleyi çözerler. Üç kız da Gloria adını almak ister ve bunun uygun olduğuna karar verirler. Üç kız da prensle evlenip kraliçe olmak ister. Beth ve Annie gerçek hayatta prensin sadece içlerinden biriyle evlenebileceğini belirtirler ama “oyun amacıyla” ikisiyle birden evlenebileceğine karar verirler. Ancak prensin Celia ile evlenmesi fikri, oyunda bile kabul edemeyecekleri kadar fazladır, bu nedenle Celia’nın prensin onunla da evlenmesi talebini reddederler. Bununla birlikte, yatıştırmak için Celia’yı “büyük kardeş prenses” rolüne yükseltirler.
Bu üç kız zaten becerikli sosyal oyunculardır ve açıkçası, bu oyun parçasının örnek teşkil ettiği türde alıştırmalarla daha da beceri kazanacaktır. Böyle oyunların en büyük dersleri arasında benlik davası, pazarlık ve uzlaşı sayılabilir. Her kız diğer oyuncuları üzmeden istedikleri alabilmeye mümkün olduğunca yaklaşmak için davasını beceriyle sunmalıdır. Konuşma tarzlarında, kızlar fikir birliğine varmanın gerekliliğini anladıklarını gösterirler. Örneğin, oyunun nasıl oynanacağına dair önerilerini genellikle taleplerden çok rica şeklinde ifade ederler. Çoğu öneri, “tamam mı?”, “oldu mu?” ya da uygun mu?” gibi eklenti sorularla biter.
Pazarlıklarında kızlar sıklıkla o gündüz bakım merkezindeki çocuklar arasında gelenekselleşerek sabit oyun kuralı düzeyine yükselmiş bazı kurallara atıfta bulunurlar. Bunlardan biri bulan kuralıdır. Bir sahne eşyası genellikle ilk bulan ya da sahiplenen kişi tarafından kullanılır. Ancak adalet kuralı, bulan kuralına baskın çıkabilecek daha yüksek bir kuraldır. Bir çocuğun beğenilen sahne eşyalarının tümünü ya da çoğunu alması doğru olmaz; herkes için en azından makul şekilde adil görünen şekilde paylaşılmaları gerekir. Her türlü oyundaki oyuncular, bu ideal durumun niteliği ve o noktaya nasıl ulaşılacağı konusunda anlaşamasalar bile, adalet ısrarlarında kararlıdırlar.
Sıklıkla dile getirilen başka bir kural, tutarlılık kuralıdır (bu adla anılmaz). Oyunun kendi içinde tutarlı olması gerekir. Örneğin, balonun gerçekleşmesine istekli olan Annie birden bire balonun başlamak üzere olduğunu ilan ettiğinde, Beth ona ertesi güne kadar başlamayacağına karar verdiklerini hatırlatır. Balo başlamadan önce hayali bir gece uykusu çekmeleri gerekir. Annie anlar ve hemen kabullenir. Oyun da en azından belli bir dereceye kadar kızların gerçek dünyadaki gidişata ilişkin anlayışlarıyla tutarlı olmalıdır. Hem Annie, hem Beth’in prensle evleneceğine karar verdiklerinde olduğu gibi, bazen bu kuralı esnetebilirler ama bu tür esneklikler tartışma, anlaşma ve genellikle gerçekte işlerin böyle yürümediğine dair bir kabullenme gerektirir. Oynarlarken, kızlar ayrıca gerçek dünyadaki bazı düzen ve kurallara ilişkin anlayışlarını doğrular ve sağlamlaştırırlar. Furth ve Kane’in analizine göre, sosyodramatik oyun, küçük çocukların içinde yaşadıkları toplumun zihinsel modellerini geliştirme ve bunların alıştırmasını yapma yöntemidir. Araştırmacıların kelimeleriyle, çocuklar oyunlarıyla “toplum inşa ederler”.
Üç küçük kız oyun oynayarak yapmak istediklerini yaparlar. Ancak yapmak istedikleri başka kızlarla detaylı bir hayali oyun oynamak olduğundan, istediklerini tam olarak yapamazlar. Başkalarıyla uzlaşı ve anlaşmaya varmaları, dürtülerini kontrol ederek üzerinde anlaştıkları roller ve olay örgülerine uymaları gerekir. Bu, çocukların sosyal oyununun büyüsüdür. Çocuklar, diğer yapmak istediklerini yaparak, yani diğer çocuklarla oyun oynayarak, uzlaşmayı ve yapmak istediklerini tam olarak yapmamayı öğrenirler. Celia kraliçe olmak ister ama “büyük kardeş prenses” olmayı kabullenir. Kızların tümü en güzel kostümleri ister ama herkese yeterince adil gelen bir şekilde bölüşmeleri gerekir. Annie bir noktada balonun hemen başlamasını ister –prensin evlenme teklif etmesine can atar– ama kızların kararlaştırdığı hikayeyle tutarlılığı korumak için bu dürtüyü kontrol etmelidir. Bütün bu özdenetim ve uzlaşı yetişkin müdahalesi olmadan gerçekleşir. Aslında, yetişkin müdahalesi bu süreci mahvedecektir. Çocuklar, hiçbir yetişkin katkısı olmaksızın birbirleriyle pazarlık yaparken, güçlerini, zekalarını ve kendilerini tutma kapasitelerini kullanmaktan açıkça keyif alırlar.
Bu oyun örneğini kullandım; çünkü kaydedilmişti ve kullanıma açıktı amaburada benzersiz olan hiçbir şey yok. Birlikte oyun oynayan, bu tür oyunlarda geniş deneyime sahip herhangi bir çocuk grubunu izlediğinizde, inanılmaz sosyal zihinleri iş başında görürsünüz. Biraz uzaktan, göze çarpmadan izleyin. Erkek çocukları izlerseniz, pazarlıklarında Annie, Beth ve Celia kadar anlayışlı olmadıklarını görebilirsiniz ama onlar dagenellikle oyun için birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamanın yollarını bulabilirler.
Bu tür oyunlar için daha fazla fırsat verilen çocukların verilmeyenlere göre daha büyük sosyal beceriler geliştirip geliştirmediğini görmek için uzun süreli deneyler yapmak mümkün değil ama korelasyon çalışmaları ve kısa süreli deneylerin yanı sıra sağduyu bu varsayımı şiddetle destekliyor. Daha sosyodramatik oyunlar oynayan çocuklar, birçok ölçüye göre, daha az sosyodramatik oyun oynayan çocuklara göre daha fazla empati ve daha fazla başkalarının ne düşündüğünü, bildiğini ya da istediğini anlama kabiliyeti göstermişlerdir. Dahası, okul öncesi çocuklarla yürütülen birçok kısa süreli deney, bazı çocuklara fazladan sosyodramatik oyun oynama fırsatı verilirken bazılarına verilmediğinde, ekstra oyun grubundakilerin daha sonra sosyal bakış açısı benimseme ve başkalarıyla geçinme kabiliyetine ilişkin çeşitli ölçümlerde kontrol grubundakilere göre daha yüksek performans sergilediklerini göstermiştir.
Soykırım Sırasında Çocukların Oyunları
Şimdi bir oyun odasının giyim alanındaki üç küçük kızdan korkunç sahnelere –Nazi toplama kamplarındaki çocuklara– dönüyoruz. Oyun lüks olsaydı, oradaki çocuklar oynamazlardı. Ama oyun lüks değildir. Oyun, çocukların, türü fark etmeksizin çevrelerini ellerinden geldiğince anlamlandırma ve ona uyum sağlama yöntemleridir. Tarihçi George Eisen, Children and Play in the Holocaust (Soykırım Sırasında Çocuklar ve Oyun) adlı dikkat çekici kitabında kurtulanların günlüklerini ve röportajlarını kanıt olarak kullanarak, Nazi gettolarında ve toplama kamplarında Yahudi çocuklar arasındaki oyunları anlatmıştır.
Mahkumlar çalışma ve imha kamplarına gönderilmeden önce toplama sürecinin ilk aşaması olan gettolarda, ebeveynler çaresizce çocuklarının dikkatini çevrelerindeki dehşetten uzaklaştırmaya ve çocukların eskiden oynadıkları masum oyunlarla benzerliği korumaya çalıştılar. Eğreti oyun alanları yarattılar ve çocukları geleneksel oyunlara yöneltmeye çalıştılar. Yetişkinler de –eğer oyun oynarlarsa– kasvetli durumlarından psikolojik kaçışı amaçlayan oyunlar oynadılar. Örneğin, bir adam ekmek kabuğunu satranç tahtasıyla takas etmişti; çünkü satranç oynayarak açlığını unutabilirdi. Ancak çocuklarda durum farklıydı. Onlar dehşetten kaçacak değil, onunla yüzleşecek şekilde tasarlanmış oyunlar oynuyorlardı. Savaş oyunları, “yeraltı sığınaklarını patlatma”,“katletme”, “ölülerin kıyafetlerine el koyma” ve direniş oyunları oynuyorlardı. Vilna’da, Yahudi çocuklar, Yahudilerin işkencecilerine boyun eğdirdikleri ve kendi tüfekleriyle (sopalarıyla) dövdükleri “Yahudiler ve Gestapo” oyunu oynuyorlardı.
İmha kamplarında bile, halen etrafta dolaşacak kadar sağlıklı olan çocuklar oyun oynuyorlardı. Bir kampta, “cesedi gıdıklama” adlı bir oyun oynuyorlardı. Auschwitz-Birkenau’da, birbirlerini elektrikli çite dokunmaya cesaretlendiriyorlardı. Bir çukura taş atıp bağırarak ölen insanların seslerini çıkardıkları “gaz odası” diye bir oyun oynuyorlardı. Kendi uydurdukları bir oyunda kampın günlük yoklamasından esinlenilmiş ve ad olarak çalma anlamında yaygın bir terim olan klepsi-klepsi seçilmişti. Bir oyuncunun gözleri bağlanıyordu; sonra diğerlerinden biri öne çıkıp yüzüne sertçe tokat atıyordu ve göz bağı çıkarıldığında, tokat atılan yüz ifadelerinden ya da diğer kanıtlardan kimin tokat attığını tahmin ediyordu. Auschwitz’te hayatta kalmak için –örneğin, ekmek çalacaksanız ya da birinin kaçış veya direniş planlarını biliyorsanız– kandırmaca uzmanı olmak gerekiyordu. Klepsi-klepsi bu becerinin alıştırması olabilirdi.
Oyunda, ister düşünmeyi en çok sevdiğimiz huzurlu oyunlar ister Eisen’ın anlattığı türde oyunlar olsun, çocuklar dünyalarının gerçeklerini onlarla yüzleşmenin, onları yaşamanın ve üstesinden gelmenin yollarının alıştırmasını yapmanın güvenli olduğu kurgusal bir bağlama taşırlar. Bazı insanlar şiddet içeren oyunların gaddar yetişkinler yaratacağından korkar ama gerçekte tersi doğrudur. Yetişkin dünyadaki şiddet çocukların haklı olarak şiddet içerikli oyunlar oynamasına yol açar. Kendilerini duygusal, zihinsel ve fiziksel olarak gerçeğe başka nasıl hazırlayabilirler? Çocukların oyunlarını kontrol ederek ve öğrendiklerini kontrol ederek dünyanın geleceğini ıslah edebileceğimizi düşünmek yanlıştır. Dünyayı ıslak etmek istiyorsak, dünyayı ıslah etmemiz gerekir; çocuklar da aynısı yapacaktır. Çocuklar hayatta kalmak için uyum göstermek zorunda oldukları gerçek dünyaya hazırlanmalıdırlar ve hazırlanacaklardır.
Çocukların travmaya uyum sağlamak için oyunu kullanması eve daha yakın diğer durumlarda da gözlenmiştir. Örneğin, ne yazık ki anaokulu penceresinden bir adamın yirmi fitten yere düştüğünü ve ciddi şekilde yaralandığını gören bir grup çocuk bu deneyimden yoğun üzüntü duymuştu. Sonrasında aylar boyunca kendi başlarına düşme, yaralanma, hastane ve ölüm gibi konular içeren oyunlar oynadılar. Kendileri veya ebeveynleri terör saldırıları yaşayan çocukların da benzer şekilde bir tür teselliyle birlikte yeniden sahneleme içeren oyunlar oynadıkları gözlenmiştir. Oyunlarındaki teselli hasarların onarılması ve giderilmesi, geride kalanlar için koruma ve bakım ya da iyinin kötü üzerinde nihai zaferi öğeler içerebilir.
Herkesin yaşadığı küçük travmalar dışında hiçbir özel travma yaşamayan çocuklar bile sık sık duygusal, travmatik sahneler oynarlar. Bunu yaparak, öngörülemez ama kaçınılmaz mutsuz ve acı olaylarla başa çıkabilecek şekilde kendilerini katılaştırıyor olabilirler. Araştırmacı Gisela Wegener-Spöhring, Almanya’da normal, uyumlu anaokulu çocukları arasında bu tür oyun örneklerinden bahsetmiştir.
Örneğin, popüler bir çocuğun sandalyeye bağlanarak oyun arkadaşları tarafından deri bir kayışla ve nispeten sert darbelerle kamçılandığı bir “kamçılama oyunu” sahnesi anlatmıştır. Çocuğu kamçılanırken rahatlatmak için, iki kız ona yemesi için muz olduğu varsayılan bloklar verir. Kamçılayan erkek çocuklar arada sırada durarak su veriyormuş gibi yaparlar. Acı ve acıyı dindirme gibi önemli bir yaşam temasını işleyen bu sahne tüm katılımcılar için son derece eğlenceli bir oyun gibi görünmektedir. Wegener-Spöhring’e göre, bu oyunla ilgili tek gerçek şiddet anaokulu öğretmeni gelip saldırganca olduğunu düşündüğünden oyunu durdurduğunda yaşanmıştır. Wegener-Spöhring, iyi bir oyunun geçerli bir neden olmaksızın bozulmasının her zaman bir şiddet eylemi olduğunu ve şiddetli bir tepkiye yol açacağını iddia ediyor. Kamçılama oyunu zorla durdurulduğunda, çocuklar sinir nöbetlerine tutulur. Bariz isyan eylemleriyle, sandalyeleri tekmelemeye ve başka uygunsuz hareketler yapmaya başlarlar.
“Tehlikeli” Oyunların Değeri
Hayvanlarda oyunu inceleyen araştırmacılar, oyunun başlıca evrimsel amacının yavruların acil durumlarla başa çıkmayı öğrenmesine yardım etmek olduğunu öne sürmüşlerdir. Tüm türlerdeki genç memeliler oyunlarında kendilerini bilerek ve tekrar tekrar sıkıntılı, kısmen tehlikeli, kısmen korkutucu durumlara sokarlar. Etrafta koşturup sıçrayarak, birbirlerini kovalayarak oyun oynarlarken, sürekli vücut hareketlerinin kontrolünü kaybedip tekrar kazanırlar. Örneğin, yavru keçiler sıçradıklarında, yer inmelerini zorlaştıracak şekilde sağa-sola kıvrılırlar. Ağaçlarda oyun amaçlı sallanan yavru maymunlar ve insansılar belirli bir korku yaratmak için birbirinden yeterince uzak ve yerden yeterince yüksek dalları seçerler ama düştüklerinde ciddi yaralanmalara neden olacak kadar yüksek olmamalarına da dikkat ederler. Yavru şempanzeler yüksek dallardan serbestçe düşme ve yere çarpmadan önce son anda daha alçak dallara tutunma oyunlarından özellikle keyif alırlar. Neredeyse tüm türlerdeki yavru memeliler kovalama oyunu oynarlar. Birbirlerinin peşinden koşarlar ve kovalayan-kovalanan rollerini sırayla değiştirirler. Çoğu türde, bu tür kovalamalarda bariz şekilde tercih edilen pozisyon kovalanan pozisyonudur. Tipik bir oyun –örneğin, bir çift yavru maymun, kuzu ya da sincap için– bir yavrunun diğerine oyun amaçlı saldırmasıyla ve sonra kışkırtılan oyun arkadaşının kovaladığından emin olmak için arkasına bakarak kaçmasıyla başlar. Maymunların oyunlarını gözlemleyenler, kovalanan hayvanın genellikle oyundan keyif aldığına dair kovalayan hayvandan daha fazla kanıt sergilediğini –geniş bir oyun yüzü (gülümsemenin maymun eşdeğeri)– fark etmişlerdir. Anlaşılan o ki, kovalamanın ödülü, kovalanma sırasının gelmesidir. Kovalayıcı diğerini yakalayıp “ebelediğinde” (tipik olarak oyun amaçlı ısırmayla), sabık kovalayıcı dönerek neşeyle kovalanan olur. Fark ettiyseniz, tercih edilen pozisyon, en korunmasız pozisyondur. Kaçan taraf arkasından koşa tarafa göre olanları daha az kontrol edebilir, durup mola verme fırsatı daha azdır ve düşüp yaralanmaya daha açıktır. Bu korunmasızlık coşku hissinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kovalama oyunlarına ek olarak, yavru memeliler, özellikle genç erkekler, bol miktarda dövüş oyunu oynarlar. Türe bağlı olarak, kafa atarlar, birbirlerini yere düşürmeye çalışırlar, birbirlerini sıkıştırmaya uğraşırlar ve birbirlerini belirli hedef noktalardan ısırmaya çabalarlar. Gerçek bir dövüşün aksine, dövüş oyununda daha büyük ve daha becerikli hayvan kasten kendini engelleyerek oyun arkadaşının üstünde hakimiyet kurmaktan kaçınır. Dövüş oyunu oynayan genç sıçanların ayrıntılı çalışmaları, en azından bu türde, her hayvanın yine en büyük fiziksel ve duygusal zorlanmayı sunan alt pozisyonda olmayı tercih ettiğini ortaya koyar. Bir sıçan oyun arkadaşının saldırıya geçip üst pozisyona çıkmasına izin vermek için kendi kendini engeller ve sonra kurtulmak için mücadele eder. Zamanla, oyun arkadaşları yer değiştirerek her iki tarafın da hassas konumdan kurtulma pratiği yapmasına olanak tanırlar.
Rastgele gözlem bile insan çocukların, diğer yavru memeliler gibi, oyunlarında kendilerini bilerek korkutucu, korunmasız pozisyonlara soktuklarını gösterir. Ağaçlarda yükseğe tırmanırken, yüksek kulelerden ya da uçurumlardan atlarken, kayadan kayaya yarıkların üzerinden atlarken, oyun parkı donanımlarında numaralar yaparken ya da tırabzanlardan kaykayla kayarken hep bunu yaparlar. Dövüş oyunlarında, küçük çocuklar, diğer yavru memeliler gibi, korunmasız pozisyonlara girip çıkarlar. Daha güçlü olan taraf kendi kendini engelleyerek, daha zayıf olan tarafın sıkıştırılmaktan kurtulmasına ve saldırı pozisyonuna geçmesine izin verir; böylece her ikisi de korunmasız pozisyonda olmanın ve kurtulmanın coşkusunu yaşayabilir. Bütün bu süreçte, yavru insanlar diğer memelilerin yavruları gibidir ve görünüşe bakılırsa aynı hayati dersleri öğrenirler.
Kovalama oyunlarının yaşattığı evrensel keyfi düşünün. Üç yaşındaki kız çocuğu onu yakalayıp kahvaltıda yemekle tehdit eden baba ya da ağabeyin canlandırdığı korkunç canavardan kaçarken neredeyse dayanılmaz bir neşeyle cıyaklar. Düşünebildiğim her insanın kovalama oyununda tercih ettiği pozisyon kovalanma pozisyonudur. Kabuslarda ve gerçek hayatta, bir yırtıcı veya canavar tarafından kovalanmaktan daha korkunç bir şey olamaz. Ancak oyunda, bundan daha keyifli hiçbir şey yoktur.
Tüm insan kovalama oyunlarının en evrenseli ve temeli, ebelemecedir. Çocuklar bu oyunu her yerde oynarlar ve hedef her zaman mümkün olduğunca en uzun süreyi kovalanarak ve en kısa süreyi kovalayarak geçirmektir. Yakalanmanın cezası “ebe” olmaktır ve bu kez birini yakalayıp tekrar kovalanmanın keyfini çıkarana kadar kovalama görevini üstlenmek zorunda kalırsınız. Çocuklar büyüdükçe,oyuna ek yapı kazandıran kurallarla, ebelemecenin giderek daha karmaşık versiyonlarını oynarlar. Tipik bir örneği, çocukluk arkadaşlarımla Minnesota’da, donmuş gölleri kaplayan karlarda açılmış yollarda, buz patenleriyle oynadığımız “tilki ve kazlar” (fox and geese) oyunudur. Tercih edilen pozisyon tilki değil, her zaman kaz olurdu. Yakalanırsanız, birini yakalayıp tekrar kaz olanak kadar tilki olurdunuz. Saklambaç ve yakan top tam olarak kovalama oyunları değildir ama onlar da aynı kuralı izler: tercih edilen pozisyon, kovalanandır. Bulunmanın ya da topla vurulmanın cezası, kovalayıcı olmaktır.
Futbol, Amerikan futbolu, basketbol ve hokey gibi resmi takım sporları bile ebelemecenin karmaşık versiyonları olarak değerlendirilebilir. Oyunun keyfi, bir grup “düşman” sizi kovalarken bir saha ya da kort boyunca koşmakta –bir topu tekmeleyerek, taşıyarak, sürerek ya da iterek bir hedefe ulaştırmakta– yatar. Beysbol dabir tür ebelemecedir. Vurucu, topa vurduktan sonra, bir güvenli noktadan diğerine belirli bir çerçevenin etrafında koşarken, diğer takım onu ebeleyerek dışarı çıkarmaya çalışır. Bu tür oyunların tümünde, takımlar sırayla hücuma ve savunmaya geçer ve tercih edilen pozisyon, “düşman” sahada koşarken kovalandığın hücum pozisyonudur.
Bu tür birçok hareketli faaliyette, çocuklar fiziksel hünerlerinin yanı sıra korkularını da test ederler. Korku ve neşenin birleşimi,coşku dediğimiz duygudur. Böyle oyunlarda, çocuklar kendi faaliyetlerinin sorumluluğunu üstlenmelidirler; çünkü sadece onlar doğru miktarda korkuyu nasıl dozlayacaklarını bilirler. Salıncaklarda sallanan, ağaçlara veya iplere tırmanan çocuklar dehşet değil, heyecan yaratan korku düzeyine ulaşmak için ne kadar yükseğe çıkacaklarını bilirler. Hiçbir ebeveyn, koç ya da beden eğitimi öğretmeni bu kararı onlar adına veremez. Wegener-Spöhring tarafından anlatılan “kamçılama oyununda”, kamçılanan çocuk çok acı verici olsaydı kamçılamanın durdurulmasını işaret ederdi. Dövüş ve kovalama oyunlarının tüm çeşitlerinde, her çocuğun duygusal ya da fiziksel zorlama çok fazla gelirse mola isteme ya da ayrılma hakkı vardır. Bu hak yoksa, faaliyet artık oyun değildir.
Bugün kültürümüzde, ebeveynler ve diğer yetişkinler çocukları oyunlardaki olası tehlikelere karşı aşırı koruyorlar. Çocukların kendilerine bakma ve doğru hükümler verme kabiliyetini ciddi şekilde küçümsüyoruz. Bu açıdan, sadece avcı-toplayıcı kültürlerden değil (2. Bölüm’de açıkladık) ama aynı zamanda çocukların özgürce oyun oynadıkları tüm geleneksel kültürlerden farklılaşıyoruz. Bu küçümseme, kerameti kendinden menkul bir kehanete dönüşüyor –çocukları özgürlükten mahrum ederek, kendi davranışlarını ve duygularını kontrol etmeyi öğrenmek için ihtiyaç duydukları fırsatlardan mahrum etmiş oluyoruz.
Empatinin Düşüşü ve Narsisizmin Yükselişi
1. Bölüm’de incelediğimiz gibi, yaklaşık 1955’ten beri çocukların özgür oyunlarının düşüşüne gençler arasında endişe, depresyon ve çaresizlik duygusunun yükselişi eşlik etmiştir. Bu bulgulara bağlı olarak, aynı zamanda narsisizmde artış ve empatide düşüş olmuştur.
Narsisizm,benliği diğerlerinden ayırmaya ve anlamlı iki yönlü ilişkiler kurulmasını önlemeye meyleden, şişirilmiş bir benlik anlayışını ifade eder. 1970’lerin sonlarından itibaren, normatif üniversite öğrenci grupları tarafından, insanların başkalarıyla ilgilenme derecelerine kıyasla kendileriyle ilgilenme derecelerini tespit etmek amacıyla tasarlanan Narsisistik Kişilik Envanteri (NPI) bir anket kullanılarak değerlendirilmiştir. Empati, narsisizmin az çok karşıtıdır. Başkalarıyla duygusal bağ kurma, olayları başkalarının bakış açısıyla görme ve başkalarının talihsizliklerine yakınlık duyma eğilimini ifade eder. 1970’lerin sonlarından itibaren normatif üniversite öğrenci grupları tarafından Kişilerarası Tepkisellik İndeksi adlı bir anket kullanılarak değerlendirilmiştir. Bu anketlerdeki skorlar, yıllar içinde narsisizmde önemli bir artış ve empatide önemli bir düşüş olduğunu ortaya koymaktadır. Anket skorları görünüşe göre geçerli ölçümlerdir; gerçek dünya davranışlarıyla bağdaşmaktadırlar. Örneğin, narsisizmde yüksek skor yapanların başkalarının kabiliyetlerine kıyasla kendi kabiliyetlerini abarttıkları, eleştiriye öfkeli tepkiler gösterdiklerini ve genel nüfusa kıyasla daha yüksek oranlarda beyaz yaka suçları işledikleri görülmüştür. Empatide düşük skor yapanların zorbalık yapma ihtimali daha yüksek ve muhtaç insanlara gönüllü yardım etme ihtimalleri daha düşüktür.
Bu bölümde söylediğim bunca şeyden sonra, oyundaki düşüşün neden duygusal ve sosyal bozukluklarda artışı beraberinde getirdiğinin hiçbir gizemli yanı olmamalıdır. Oyun, doğanın çocuklara sorunlarını çözmeyi, dürtülerini kontrol etmeyi, duygularını yumuşatmayı, başkalarının bakış açısından görmeyi, farklılıkları aşmayı ve başkalarını eşit olarak görüp iyi geçinmeyi öğretme yoludur. Bu becerileri öğrenme yolu olarak oyunun hiçbir ikamesi yoktur. Okulda öğretilemezler. Gerçek dünyadaki hayat açısından, bu kişisel sorumluluk, özdenetim ve sosyallik dersleri, okulda öğretilebilecek tüm derslerden çok daha önemlidir.
Oyundaki düşüşü duygusal ve sosyal gelişimin engellenmesiyle ilişkilendiren bağıntısal kanıtlara ve mantıksal iddialara ek olarak, aynı zamanda deneysel kanıtlar da vardır. Elbette insan çocukların kasten oyundan mahrum bırakıldığı uzun süreli deneyler yürütemeyiz. Ancak bu tür deneyler hayvanlarla yürütülebilir ve yürütülmüştür. Örneğin, bazı deneylerde, makaklar sadece anneleriyle yetiştirilmiş ve sonra daha normal şekilde, annelerinin yanı sıra akranlarına erişim olanağı sunularak yetiştirilen diğer makaklarla kıyaslanmışlardır. Anne makaklar yavrularıyla birçok şekilde etkileşim kurarlar ama onlarla oyun oynamazlar; bu nedenle, ilk gruptakiler gelişimleri boyunca oyundan mahrum bırakılmıştır. Hiç şaşırtıcı olmayan şekilde, genç yetişkinler olarak test edildiklerinde, birçok şekilde anormal oldukları bulunmuştur. Aşırı korku ve aşırı saldırganlık sergilemişlerdir. Normal bir maymunda küçük düzeyde korku uyandıracak yeni bir ortama sokulduklarında, bu maymunlar dehşetle tepki vermişler ve normal maymunların aksine, ortama zamanla uyum gösterememişlerdir. Akranlarının yanına yerleştirildiklerinde, diğer hayvanların sosyal sinyallerine ve davetlerine uygun şekilde karşılık verememişlerdir. Örneğin, bir akranları onları temizlemeye teşebbüs ettiğinde, bu dostça teklifi kabul etmek yerine saldırganca tepki göstermişlerdir. Ayrıca diğer maymunların yanında uygun saldırganlık azaltıcı sinyaller verememişler ve dolayısıyla normal maymunlardan daha sık saldırıya uğramışlardır.
Benzer deneyler sıçanlarla da yürütülmüş ve benzer sonuçlar alınmıştır. Akran oyun arkadaşlarıyla yetişmeyen sıçanlar, çeşitli davranış testlerinde anormal şekilde yüksek düzeylerde korku ve saldırganlık sergilemiştir. Bir dizi deneyde, akranlarından mahrum bırakılan bazı yavru sıçanların günde bir saat süreyle oyuncu bir akranıyla etkileşim kurmasına izin verilirken diğerlerinin de bir saat süreyle amfetamin ilacının enjeksiyonuyla oyuncu olmayan bir sıçana dönüştürülmüş bir akranla etkileşim kurmasına izin verilmiştir. Amfetamin, yavru sıçanlarda, diğer sosyal davranışları öldürmeksizin, oyun dürtüsünü öldürür. Sonuçta, bir akranla oyun oynama deneyimi kazanan sıçanlar yetişkinlikte oyun oynamayan bir akrana aynı miktarda maruz kalanlara kıyasla çok daha normal davranmıştır. Görünüşe göre, yavru sıçanlar arasında normal duygusal ve sosyal gelişim açısından temel etkileşimler oyunda gerçekleşir. Başka deneylerde, oyundan mahrum bırakılan yavru sıçanlar anormal beyin gelişimi kalıpları sergilemiştir. Oyun olmadığında, beynin ön bölgelerinden –dürtülerin ve duyguların kontrol edilmesi açısından hayati önem taşıdığı bilinen bölgelerden– gelen nöral yollar normal şekilde gelişememiştir.
Yavru maymunları, hatta yavru sıçanları bilim adına akranlarıyla özgürce oyun oynayamadıkları koşullarda yetiştirmek zalimce gelebilir. Ancak eğer bu zalimceyse, insan çocukları onları korumak ve eğitmek adına diğer çocuklarla özgürce oyun oynamaktan mahrum bırakmak için ne denebilir? Bu da zalimce ve tehlikelidir.
DEVAM EDECEK….
KAYNAK: Peter Gray – Çocuğum Okulu Sevmiyor (Ama Oyun Oynamayı Çok Seviyor) https://bit.ly/2MpcpxK